31 Aralık 2011 Cumartesi

2011'de Neler Oldu?

      2011'de Neler Oldu?
   Bir düşünün bakalım. Koca bir seneyi geride bırakıp, Mayalar sayesinde dillerden düşmeyen 2012 senesine adım attık. Peki geride bıraktığımız 365 günlük zaman diliminde neler oldu?
   Bazılarımız sevgili oldu, bazılarımız sevgilisinden ayrıldı. İbrahim Tatlıses vuruldu. Ekranların sevimli yüzü Defne Joy Foster vefat etti. Dünya'yı etkileyen bir ekonomik kriz meydana geldi fakat hamdolsun bizi 'teğet' geçti. Arap Baharı adı verilen Arap ülkelerinde bir çok diktatörü koltuğundan eden devrimler gerçekleşti. Japonya'da meydana gelen deprem sonucu tsunami oluştu ve yüzlerce insan hayatını kaybetti. Birleşik Krallık'ın veliahtı Prens William, Kate Middleton ile görkemli bir düğünle nikah masasına oturdu. Alakamız olmamasına rağmen biz bu düğünü kendi düğünümüzmüş gibi takip ettik. Usame Bin Ladin öldürüldü. Fransa Meclisinde 'Ermeni Soykırımını yok sayanlara para ve hapis cezasını' uygun gören yasa tasarısı kabul edildi.
    Kısaca Dünya'yı etkileyen bir çok olay meydana geldi. Bir çok olay geldi geçti ve tarihler 2012'yi gösterdiğinde bütün bunları unuttuk. Sanki hiç olmamış gibi. Madem Dünya'da olanları bu kadar kolay unutuyoruz. Bende Dünya'yı boşverip 2011'de kendi başımdan geçenleri anlatmaya karar verdim. 2011'de ne mi yaptım?
-Ders çalıştım.
-YGS ve LYS sınavlarına girdim. Üniversiteyi kazandım.
-İstanbul'a taşındım.
-Hayatımdan bir çok insanı çıkardım.
-Televizyona çıktım. Kanal D'de Beyaz Show'da liseyi 6 senede bitiren grup olarak, Atv'de Ana Haber Bültenine röportaj olarak hemde :)
-Yerel bir gazetede 8 ay köşe yazarlığı yaptım.
-Türkiye-Almanya milli maçını izlemeye TT Arena Stadyumuna gittim. Bu hayatımda izlediğim ilk büyük maçtı. Ama yinede 'Tatangalar'dan başkası yalandır Sakarya'lıya.

     Benim 2011'im kısaca böyle geçti. Acı-tatlı bir yılı daha geride bıraktık. Şimdi sıra diğerlerinde. Önümüzdeki yıllara bakıyoruz sayın okuyucular. Herkese mutlu yıllar..

13 Aralık 2011 Salı

Güneş'in Doğumunu İzlemek.

Dün gece erken yatmaya karar verdim. Amacım sabah erken uyanıp, uykumu güzel almaktı. İstediğim gibide oldu. Sabah 06.30 civarlarında kalktım. Bulunduğum yurdun terasına çıktım. Henüz güneş doğmamıştı. Oda arkadaşım benden de önce kalkmış oturuyordu. Beraber güneşin doğumunu izliyoruz. Belki romantik değil ama güneşin doğumunu izlemek, yeni başlayan güne tanıklık etmek güzel şey.
Beyoğlu ilçesine bağlı Tophane semtinde yaşıyorum. Bulunduğum semti seviyorum. Belki 300 metre ötemde -Taksim'de- bir sürü insan gençlerin tabiriyle koparken, ben oturmuş burda güneşin doğumunu izliyorum. Ya ben garip biriyim, ya da Taksim garip bir yer.
Üşenmedim, size güneş doğarken fotoğrafını çektim. Sizinle paylaşmak istedim.

11 Aralık 2011 Pazar

Sapanca'da 48 Saat..

      Bir önceki yazımda bahsettiğim gibi bu haftasonunda Sapanca'daydım. Gidiş yolculuğum biraz enteresan oldu. Tam 3 kere bilet değiştirdim. Otobüs perondan kalktığında şöförün yanındaki muavin koltuğunda oturuyordum. Şöför, radyodan Ümit Besen açtı. Muavin geldi, çay getirdi. 3'ümüz otobüsün önünü bir anda gazino ortamına çevirdik. Allah'tan Berceste'ye kazasız belasız gelebildik.
      Sapanca'ya akşam saatlerinde gelebildiğim için cuma akşamını sadece evimde geçirebildim. 1 Aydır Sapanca'ya gelmediğim için, anneannem, teyzem ve kuzenim bizim evdelerdi. Cumartesi sabahı Sapanca çarşısına çıktım. Sapanca'da esnaf olduğumuzdan dolayı çarşı dediğim yer kendi dükkanımızın çevresiydi. Komşularla görüştükten sonra, fötr şapka ve kemik gözlükler ile Sapanca çarşısında dolaşmaya karar verdim. Aman Allah'ım! Sanki Sapanca'ya uzaylı geldi. Bunu ben demiyorum, Sapanca esnafının bakışları söylüyor. Bazıları şaşkın bakışlarla ''Kim lan bu deli?!'' der gibi, kimiside alaycı bir gülümsemeyle bakıyordu. Ama her zamanki çevremin söylediklerini umursamaz tavırlarla tüm gün Sapanca'da öyle gezdim. Sonuçta insanlar en fazla bir kere yadırgadılar, ikinci gördüklerinde alıştılar. Hatta cumartesi akşam İzmit'e gittim. İzmit'te bile o şapka vardı kafamda.
      Pazar sabahı biraz geç kalktım. Bavulumu toparladıktan sonra otobüs saatimi beklemeye başladım. Otobüsüm geldi ve -yeni memleketim- İstanbul'a dönüş yaptım. Sapanca ve İstanbul arasında dağlar kadar fark var. Birisi çok sakin, kendi halinde; diğeri çok fazla hareketli ve vurdumduymaz tavırlarda. Zevk-renk meselesi olduğu için hangisini seçeceğinize karışamam ama benim şahsi görüşüm:
 ''İnsana arada sırada hava değişimi iyi geliyor.''

Dipnot: 1 ay gelmedim, Sapanca'da 3 tanıdığım vefat etmiş. Hepsine Allah'tan rahmet diliyorum.

9 Aralık 2011 Cuma

Yolculuk Var..

          Yolculuk var arkadaşlar.. Memleketime, Sapanca'ma.. Tam tamına 29 gün sonra..
      İnsan özlüyor memleketini. Türkiye'nin en kalabalık, en aktif şehrinde -İstanbul'da- bile yaşasan, insan doğup büyüdüğü yeri özlüyor. Ailesini, dostlarını özlüyor. Bazen diyorum İstiklal Caddesi'nde olacağıma, Sapanca sahilinde olsaydım. Sapanca'm.. Marmara'nın gizli cennet bahçesi, Türkiye'nin güzel yüzü..
     Sapanca'nın tarihteki isimlerinden birisi ''Arcadia''dır. Arcadia, Latince'de ''Cennet Bahçesi'' anlamına gelmektedir. Düşünün! Yıllar öncesinden Sapanca'mın güzelliğini..

   
       Az kaldı kavuşmamıza.. Hani Evliya Çelebi'nin büyük eseri ''Seyahatname''sinde ustalıkla işlediği Sapanca'ma, Evrensel şair Nazım Hikmet'in ''Memleketimden İnsan Manzaraları'' kitabının 200. ve 201. sayfasında hayranlıkla işlediği Sapanca'ma, hafta sonu ve yaz tatillerinde yüzlerce İstanbul'lunun akın ettiği Sapanca'ma, coğrafya derslerinde tektonik göl olarak karşınıza çıkan Sapanca'ma, sizi daha otoban girişinden itibaren yeşil ormanı, mavi gölüyle karşılayan Sapanca'ma..

 
      8 Saat sonra, ben Sapanca'ma, Sapanca'm bana kavuşuyor. 29 gün sonra uzun zamandır görüşmeyen iki sevgili gibi kavuşacağız birbirimize. Belki bu kavuşma 48 saat sürecek ama 48 yıla bedel olacak..

6 Aralık 2011 Salı

Hayatımın İlk Pazarlığı..

Bugün her zaman olduğu gibi yoğun bir gündü. Okuldaki 'İktisat' dersinden çıktıktan sonra, hiç bir yere uğramadan yurduma gelmeyi,dinlenmeyi düşünüyordum. Okuldan bir arkadaşımla birlikte Beyazıt durağından bindim tramvayıma. Hedefim Tophane durağıydı. Ta ki Sultan Ahmet tramvay durağında tramvayımızın önüne 5 araçlık turist otobüs konvoyu geçene kadar. Şöför, yaklaşık 5 dakikalık duraklamadan sonra mikrofondan yolculara seslendi: ''Sağ kapıyı açıyorum, inmek isteyen yolcularımız inebilirler.'' Otobüsün ne kadar daha bekleyeceğini tahmin edemediğimiz için indik. Tam yolda yürürken solda bir işportacı dikkatimi çekti. Oyuncak satıyordu. Sattığı oyuncakların ortasındaki deliklere kalem koyduğumuzda bize yıldıza benzeyen şekiller çıkarıyordu. Bir an düşündüm. Cuma günü Sapanca'ya gideceğim ve kuzenim Eylül benden hediye bekleyecekti. Daha doğrusu beklemeyecekti ama ben onu ümitlendirmiştim gelirken hediye getireceğim konusunda. Oyuncakların fiyatını sorduğumda 5 TL olduğunu öğrendim. Tam 5 TL çıkarıp verecekken ''Ben öğrenciyim, cebimde 3 TL'm var'' dedim. İşportacı ''Sana 4 TL olur'' dedi. ''3 TL'ye veriyorsan alayım, yoksa alamam'' dedim. Halbuki vermesede alacaktım ama ben pazarlık yapmayı öğrenmek için bu yola başvurmuştum. Bu yaşıma kadar hayatımda hiç pazarlık yapmamıştım ve bir iktisatçı olacaksam, parayı ve pazarlık yapmayı bilmem gerekiyordu. İşportacı, baktı benden ümidini kesiyor, elinde mal kalmasın diye ''Tamam olur'' dedi. Çıkarttım 3 TL'sini verdim. Oyuncağımı aldım. Böylece hayatımdaki ilk pazarlığımı yapmış oldum. Hediyeden ve cebimde kalan 2 TL'den çok hayatımda ilk defa pazarlık yapıp başarılı olduğuma seviniyordum. Aldığım hediyenin resmi aşağıdaki resimdir. Sağ üst kesimdede yapılabilecek şekiller bulunmaktadır.




Bugünde İstanbul'da böyle bir anım oldu. İstanbul'a alıştım mı ne? Okuduğunuz için teşekkürler..

4 Aralık 2011 Pazar

Bütün Yollar Sana Çıkar..

Bu sana yazdığım bininci yazı belki de. Hep sana yazdığımı bildiğin yazılardı. Gizlim saklım yok ki zaten. Eğer bilmediysen şu güne dek, artık bil seni sevdiğimi .
Birçok kaçış yolu biliyordum. Öyleydi ya, senden kaçmak için en başta bir sürü yolum vardı. Zaman geçtikçe ben kendi ellerimle kapattım o kapıları, anahtarlarını bir daha hiç bulamayacağım bir yere sakladım. Gitmek istemedim ki hiç. Ben, bana gelmeni bekledim. Ne kadar olmuş, ne kadar geçmiş bunlar önemli değildi artık. Sen kaç defa ölürsen öl; bir kere öldün sayılıyordun. Ve ben her seferinde öldüğümü hissediyordum.
Çok isterdim, en sevdiğin filmi izlerken göğsüme yaslanmanı, en zor durumda her şeyi unutturabilecek huzur kokan sarılışı. En büyük sevinçlerimi boynuna atlayarak kutlamayı, kabus gördüğümde arayıp sesini duymayı, ellerinden güç almayı ve her halimi seninle paylaşmayı. Olmadı. Ne sen bekledin beni, ne ben tam anlamıyla gelebildim sana.Yapabildiğim tek şey, ‘sabret’ diyenlere seni ne kadar zamandır beklediğimi söylemek oldu. Seni anlatmak, senden bahsetmek, seni sevmek, seninle birlikte olmak istemek.
Çok kırıldık belki, çok kızdık birbirimize. Söylenecek o kadar söz, tartışılacak o kadar şey varken; biz sustuk. Insanlar konuştu, susup dinledik. Bilmiyorum. Belki de bu yüzden beceremedik. Bir türlü yoluna koyamadık, biz hiç tam anlamıyla ‘biz’ olamadık.
Bir sürü yazı yazdım sana ama hiçbirine bir son çizemedim. Yapamadım. Boşver. Bunca yazdığımı okudum da, sadece ‘seni seviyorum’ desem aynı kapıya çıkarmış.

2 Aralık 2011 Cuma

Hangi İnsanoğlu?

       ''Aslına bakarsanız, ölü olduğunu farketmiş çok az ölü vardır. Ölülerin çoğu yaşadıklarını sanarak şirket koridorlarında ve alışveriş merkezlerinde dolanır dururlar. Yaşadıklarını sanmalarının nedeni, henüz kimsenin bunu onlara söylememiş olmasıdır. Kimin gönlü elverir birine çoktan ölmüş olduğunu söylemeye? ''
        Değerli okuyucularım, yukarıdaki kalın puntolu harflerle yazdığım paragraf, Tuna Kiremitçi'nin ''Hepimiz Birilerinin Eski Sevgilisiyiz'' kitabından alıntıdır. Tuna Kiremitçi, bu kitapta yukarıda görüldüğü gibi çok güzel bir noktaya parmak basmıştır. İnsanoğlu yaşayan bir ölüdür! Sadece bu gerçeği kabullenmez, kabullenmek istemez.
İnsanoğlu kendini tamamen dört duvar arasına kapatmış, hayattaki tüm amacı maddiyat olmuş durumdadır. Paranın insana huzur vereceğini, mutlu olacağını düşünür. Bu yüzden çalışır. Çalıştıktan sonra eline geçen parayla ya gider yeni bir dört duvar alır, ya gider alışveriş merkezlerinde gereksiz para ve vakit harcayarak egosunu tatmin eder. Ama tüm bunlara rağmen asla mutlu olmaz. Sadece mutlu olduğunu sanar.
        Eğer insanoğlu gülmeyecekse, kahkaha atmayacaksa, ortalama 70 yıllık ömründe Dünya'yı -en azından Türkiye'yi- gezmeyecekse, o an istediğini yapıp egosunu değilde duygularını tatmin etmeyecekse paranın veya rütbenin ne önemi var? Eğer insanoğlu paranın karşısında, rütbenin karşısında el-kol bağlı duracaksa, yalvaracaksa, yalaka olacaksa sizce cüzdanının kalın olmasının bir önemi var mı?
       İstanbul'a 15 Eylül 2011 tarihinde taşındım. Yaklaşık 3 ay geçti üzerinden ve yukarıda bahsettiğim konu hakkında çok iyi olduğunu düşündüğüm bir tespitim var. Eğer İstanbul'da yaşıyorsanız Metro istasyonlarında ya da İstiklal Caddesinde görmüşsünüzdür mutlaka. Sokak çalgıcıları. Bağımsız, özgür, sadece kendini müziğe adamış, kimseden emir almayan insanlardır onlar. Kendilerini eğlendirirler, kendileri eğlenirken insanlarıda eğlendirirler. Dinleyenlerden zorla para almazlar. Ama dinleyenlerde bunu bildikleri için önlerindeki şapkaya yada kutuya gönüllerinden kopan parayı atarlar. Şimdi soruyorum sizlere, bu insanlar mı daha güçlü, daha özgür, daha cesur? Yoksa 3 kuruş para için eğilip bükülenler mi?
       Para gereksizdir demiyorum ve bu yazımda kimseyi hedef almıyorum. Sözlerim geneldir. Yanlış anlaşılmasın. Demek istediğim sadece paranın hırsına kapılıpta hayatınızı zindan etmeyin. Önünüzde zevk almasını bilebileceğiniz bir hayat var ve önemli olan sizsiniz. Eğlenmenize bakın.
        Allah, hepimizi paranın şerrinden korusun..

1 Aralık 2011 Perşembe

Belkide Delirmişimdir..

Hislerim çok değişik, dengesizim bu aralar. Herkesi düşünüyorum. Her gün düşünüyorum. O nerelere gidiyor, neler yapıyor, kimlerle konuşuyor, kimlere tebessüm ediyor, neler düşünüyor, beni seviyor mu? Ben sadece onun elini tutmak istiyorum, ağladığında onun yanında olayım, o hiçbir şey söylemesin, sussun. Sadece sarsın beni, gözyaşlarını sileyim usulca. Hiçbir şey sormasın, çünkü hiçbir şey anlatamıyorum. İçimdekileri bir türlü düzene sokup cümleleştiremiyorum. Korkuyorum, geçmişini hatırlar da, beni bırakır diye korkuyorum. Kimsenin akıl erdiremediği şeylere ben neden ulaşabiliyorum? Ben neden bu kadar fazla düşünüyorum? Ben düşüncelerimi hep saklıyorum, ya da saklayamıyorum. Bilmiyorum, bazen bir şeyler özlüyorum. Bazense onun geçmişini. Bazen acılarımı, bazen mutluluklarımı.. Sonra tekrar korkuyorum, ya beni bırakırsa? Uyuyorum sürekli, uyumak her şeyden kaçmaktı. Artık o da değil, rüyalarıma giriyor bir türlü şeyler. Rüyalarım var, nefes nefese uyandığım. “Bana onu anlat” diyorum. “O da seni anlatmamı istiyor, ne garip” diyor.  O bir şeyler yapıyor, uzaktan izlemeye çalışıyorum. Güvenmek değil bu, bilmiyor. Onun geçmişi, benim hayatımın geri kalan kısmı gibi. Onun geçmişi, benim eksik kalan yanım gibi. Dayanmak çok zor, o beni kendime bıraktıkça kötü şeyleri hatırlıyorum. O benden “tiksindikçe” bir şeyler kopuyor içimden.. O bilmiyor, ben hep düşünüyorum. Düşünüyorum, düşünüyorum. Kimlerin tenlerine dokunduğunu, kimleri öptüğünü, kimlere emek verdiğini bir bir düşünüyorum. Düşünmek kötü biliyorum, engel olamıyorum.. Bazen kıskanıyorum, kendi içinde büyüttüğü sevgisini benden başkasına duyduğunu düşündükçe parçalanıyorum. Birlikte gülüşmeleri gözümün önüne geldikçe, çıldırıyorum. Bu yüzden her şeyden kaçtığım gibi, cümlelerden de kaçıyorum. Acıyor kalbim, artık kaldıramıyorum. O beni anlamaya çalışıyor biliyorum, ben kendimi anlayamıyorum. Bilmiyorum, bazen çok zor. Neyse. Belki de delirmişimdir..