25 Mayıs 2012 Cuma

Yeni Bir İlişkiye Başlamadan Önce..

Şimdi işin gücün yoksa git yeni bir kızla tanış, onu tanımaya çalış. Bunlar çok gereksiz şeyler arkadaşlar. Kısaca insanın sevgilisi olması çok saçma. Üniversiteye başlamadan önce bütün herkes şunu diyordu ''Üniversiteye gidince bulursun ordan bir kız artık'' WTF?! Üniversite oğlum benim geldiğim yer, genelev değil. Bütün millet senin altın gününde yaptığın gibi koca bulmanın peşinde değil. Hem ilişkisi olan arkadaşlarıma bakıyorum da hep bir tartışma,kavga halindeler. Hep bir mutsuzluk. Hep bir güvensizlik var ilişkilerde. Yok efendim benim sevgilimin şununla görüşmesini istemiyorum. Yok efendim şuraya gitmesini istemiyorum. Salak mısınız lan? Madem güvenmiyorsunuz birbirinize, neden bir ilişki yaşıyorsunuz? Sadist misiniz olum siz? Başlarım böyle güvensiz ilişkiye. Pardon başlamam olacaktı. Hem sevgilin olsa da mutsuzsun, sevgilin olmasa da mutsuzsun. Sevgilisi olmayanların mesaj atacağı kimse olmaz, buluşacağı kimse olmaz, bunlar bir süre güzel gözükebilir ama daha sonradan canın sıkılmaya başlar.
Her neyse, bütün gün ara ara bu yazıda yazacaklarımı düşündüm de, valla öyle ilişkiye başlamak cidden kolay değil. Şahsen kendi kanaatim şöyle ''Yok efendim ben playboyum, yok efendim ben 3 kızı aynı anda idare ederim vs..'' tarzı salakça laflar edenler aptaldır. Adam akıllı tanı bi kızı. Öyle havuza atlar gibi atlama ilişkiye. Kimmiş? Nereliymiş? En yakın arkadaşı kim? Kimlerle ve nerelerde takılır? Bir öğren, bir tanı, ondan sonra baktın kafana uyuyorsa sevgili mi olacaksın, ne olacaksan ol.
He ben şu an böyle bir şeye hazırmıyım? derseniz; Elbette hazır değilim, şu an hiç kimseyi tanıyacak veya tanımaya çalışacak vakti harcamaya niyetim yok. Belki ilerde ne olur bilemem ama şu an yeni bir kız arkadaş tanımak istemiyorum. Hatta mümkünse tanıdığım bütün kızlar hayatımdan gitsin ki ilerleyen zamanlarda gelecek olan arkadaşlara yer açılsın. Mümkünse bunu istiyorum. Çok mu şey istiyorum?

Hatırladım.

Çoktandır girmediğim için böyle bir blog'a sahip olduğumuda unutmuşum. Belki siz bilmiyordunuz bile ama böyle bir blog adresim vardı. Birden aklıma geldi. Tekrar gireyim dedim. İstanbul'da yaptıklarımı anlatmak için. Bir yerlerde bunları ölümsüzleştirmem gerekliydi. Çok konu birikti. Bu akşamdan itibaren birer-ikişer burada anlatacağım. Bazen İstanbul'da yaşadıklarımı bazen Sakarya'da. Okunmaya değer. Hadi şimdilik akşama dek görüşürüz.

13 Ocak 2012 Cuma

İstanbul'a Veda Zamanı..

     15 Eylül 2011.. İstanbul'a taşındığım günün tarihidir bu tarih. Büyük bir hevesle, arzuyla başlamıştım İstanbul macerama. Sonuçta burada yepyeni bir hayata başlayacaktım. Yeni bir okul, yeni bir oda, yeni bir arkadaşlar ve daha bir sürü şey. Üzerinden günler geçti, sınavlar geçti, koca bir yıl bitti, ve ''Final'' adı verilen sınavların bitişiyle benim bu dönem ki İstanbul maceramda sona erdi. Kafamda bu geçen süreyi değerlendirdiğimde ne kadarda çabuk geçti diyorum. Hiç anlamadan, sessizce ve birazda sinsice.. İstanbul burası. Nefret ederek yaşarsın ama ''Hadi git'' deseler de kopamazsın. Zamanın nasıl geçtiğini size hissettirmeyen bir yer. Belki insanlar trafiğinden, kalabalığından, gürültüsünden şikayetçiler ama ben 32.000 nüfusluk, sessiz bir turistik kasabadan geldiğim için bütün bu olumsuzluklarıyla seviyorum İstanbul'u. Hani ''Görmemişin oğlu olmuş, tutmuş vs..'' diye bir söz var ya aynen öyle. Benimde bir İstanbul'um oldu ve sonrası malum..
      Bende artık yavaş yavaş vedalaşıyorum Beyoğlu'yla, İstanbul'la.  Sabah, günün ilk ışıklarıyla beraber yola çıkacağım. Önce Sirkeci-Harem vapuru, sonra ver elini Sapanca.. Belki bu veda 40 gün sürecek. Ama tam 5 aydır, en fazla 6 gün vedalaşmış iki sevgiliyi ayırmak bu kadar kolay olmamalı.
      Bu yazıyı yazarken bavulumun yarısını toplamış bulunmaktayım. Yurttan bazı arkadaşlarla vedalaştık. Onlar yola koyuldular. Farklı farklı diyarlara doğru. Sapanca'dayken bize en uzak memleket Kocaeli'yken, burada Adana, Bolu, İzmir, Ordu, Antalya vs.. Her yöreden, her memleketten insan var. Farklı farklı yaşanmışlıklar, hikayeler. Ama şimdilik veda zamanı. Belki de filmin en önemli sahnesinden önce kısa bir reklam arası..

''Dostlar dağılır dört bir yana, kendi yollarına..''

8 Ocak 2012 Pazar

Belki Bir Gün Okursun Diye..

     Bu yazıyı yazıyorum fakat okuyacak mısın hiç bilmiyorum. Açıkçası bilmek falanda istemiyorum. Sadece yazıyorum. İçimden geldiği gibi. Saat olmuş sabaha karşı 05.00. Yaklaşık 2-3 saat sonra günlük mesai başlayacak yeryüzündeki insanlar için. Sokaklar şimdilik çok ıssız ve bir o kadarda soğuk. Arada bir kaç taksi geçiyor, durdurabilene aşk olsun. Doldurmuşlar yine arabayı çareyi alkolde bulan insanlarla. Bak bana; ben hiç onlara benziyor muyum? Oturmuş, belkide gerçek sahibi tarafından asla okunmayacak bir yazıyı aptalca yazıyorum. Yazmak insanı rahatlatır derler. Ben inanmıyorum bu yalana. Bu aptalca söz, insanların kendilerini avutması için söylenmiş bir yalandan öte değil. Beni bu durumda rahatlatacak olan şeyler belli: Sesin, kokun ve ellerin. Hiç olmadı hayalin. Bari bunu esirgeme benden. Bu kadarına hakkım olduğunu düşünüyorum. Hem düşman değiliz ya.
     Hiç bir sinema filminde veya bir kitapta kendini bulup ''Aa! Bu aynı ben.'' dediğin oldu mu? Benim çok oldu. İzlediğim her filmde, okuduğum her kitapta seni gördüm, seni okudum ben. Kimi zaman Türkan oldun, hani o kanunlar olanından. Kimi zamanda Nalan oldun. Bütün filmlerin sonunda kurtardım seni o kötü adamların kirli ellerinden. Ne mutluydu bana. Ta ki filmin sonu gelene kadar. Film bitince anladım ki seninle sadece filmlerde, hayallerde kavuşacaktık. Ne yazık bana! Yine kaçırdım seni elimden.
     Gelecekteki yaşantıma da yer vermiştim hayallerimde. Orada da bulunuyordun. Önce dillere destan bir düğün yapardık. Böyle herkesin imrendiği, gelenlerin uzun bir müddet unutamadığı bir düğün. Sonra Şişli ya da Beşiktaş'ta bir ev tutardık. Kaç oda kaç salon olduğu önemli değil. İçinde biz olalım yeter cinsinden olsun. Ne kadar nefret etsek bile ayrılmayalım İstanbul'dan. Uzaklara da gitmeyelim, şehrin göbeğinde olsun evimiz. O kadar güzel hayallerdi ki bunlar. Böyle bir geleceğe olan inancım benim hayalperestliğimden değil, senin masumiyetinden kaynaklanıyordu.
     Hayal işte bütün bunlar. Adı üstünde; gerçekleşmemiş, gerçekleşmesi mümkün dahi olmayan. Belki bunu okudun ya da okumadın. Bilmiyorum. Eğer okuduysan teşekkür ederim. Bu saçmalığa vakit ayırman bile kafi


Bunca zaman senden uzakta olmak güzel bir veda değildi küçük hanım. Kim bilir belki yıllar sonra Dünya'nın bir ucuna beraber gideriz. Ne dersin?

31 Aralık 2011 Cumartesi

2011'de Neler Oldu?

      2011'de Neler Oldu?
   Bir düşünün bakalım. Koca bir seneyi geride bırakıp, Mayalar sayesinde dillerden düşmeyen 2012 senesine adım attık. Peki geride bıraktığımız 365 günlük zaman diliminde neler oldu?
   Bazılarımız sevgili oldu, bazılarımız sevgilisinden ayrıldı. İbrahim Tatlıses vuruldu. Ekranların sevimli yüzü Defne Joy Foster vefat etti. Dünya'yı etkileyen bir ekonomik kriz meydana geldi fakat hamdolsun bizi 'teğet' geçti. Arap Baharı adı verilen Arap ülkelerinde bir çok diktatörü koltuğundan eden devrimler gerçekleşti. Japonya'da meydana gelen deprem sonucu tsunami oluştu ve yüzlerce insan hayatını kaybetti. Birleşik Krallık'ın veliahtı Prens William, Kate Middleton ile görkemli bir düğünle nikah masasına oturdu. Alakamız olmamasına rağmen biz bu düğünü kendi düğünümüzmüş gibi takip ettik. Usame Bin Ladin öldürüldü. Fransa Meclisinde 'Ermeni Soykırımını yok sayanlara para ve hapis cezasını' uygun gören yasa tasarısı kabul edildi.
    Kısaca Dünya'yı etkileyen bir çok olay meydana geldi. Bir çok olay geldi geçti ve tarihler 2012'yi gösterdiğinde bütün bunları unuttuk. Sanki hiç olmamış gibi. Madem Dünya'da olanları bu kadar kolay unutuyoruz. Bende Dünya'yı boşverip 2011'de kendi başımdan geçenleri anlatmaya karar verdim. 2011'de ne mi yaptım?
-Ders çalıştım.
-YGS ve LYS sınavlarına girdim. Üniversiteyi kazandım.
-İstanbul'a taşındım.
-Hayatımdan bir çok insanı çıkardım.
-Televizyona çıktım. Kanal D'de Beyaz Show'da liseyi 6 senede bitiren grup olarak, Atv'de Ana Haber Bültenine röportaj olarak hemde :)
-Yerel bir gazetede 8 ay köşe yazarlığı yaptım.
-Türkiye-Almanya milli maçını izlemeye TT Arena Stadyumuna gittim. Bu hayatımda izlediğim ilk büyük maçtı. Ama yinede 'Tatangalar'dan başkası yalandır Sakarya'lıya.

     Benim 2011'im kısaca böyle geçti. Acı-tatlı bir yılı daha geride bıraktık. Şimdi sıra diğerlerinde. Önümüzdeki yıllara bakıyoruz sayın okuyucular. Herkese mutlu yıllar..

13 Aralık 2011 Salı

Güneş'in Doğumunu İzlemek.

Dün gece erken yatmaya karar verdim. Amacım sabah erken uyanıp, uykumu güzel almaktı. İstediğim gibide oldu. Sabah 06.30 civarlarında kalktım. Bulunduğum yurdun terasına çıktım. Henüz güneş doğmamıştı. Oda arkadaşım benden de önce kalkmış oturuyordu. Beraber güneşin doğumunu izliyoruz. Belki romantik değil ama güneşin doğumunu izlemek, yeni başlayan güne tanıklık etmek güzel şey.
Beyoğlu ilçesine bağlı Tophane semtinde yaşıyorum. Bulunduğum semti seviyorum. Belki 300 metre ötemde -Taksim'de- bir sürü insan gençlerin tabiriyle koparken, ben oturmuş burda güneşin doğumunu izliyorum. Ya ben garip biriyim, ya da Taksim garip bir yer.
Üşenmedim, size güneş doğarken fotoğrafını çektim. Sizinle paylaşmak istedim.

11 Aralık 2011 Pazar

Sapanca'da 48 Saat..

      Bir önceki yazımda bahsettiğim gibi bu haftasonunda Sapanca'daydım. Gidiş yolculuğum biraz enteresan oldu. Tam 3 kere bilet değiştirdim. Otobüs perondan kalktığında şöförün yanındaki muavin koltuğunda oturuyordum. Şöför, radyodan Ümit Besen açtı. Muavin geldi, çay getirdi. 3'ümüz otobüsün önünü bir anda gazino ortamına çevirdik. Allah'tan Berceste'ye kazasız belasız gelebildik.
      Sapanca'ya akşam saatlerinde gelebildiğim için cuma akşamını sadece evimde geçirebildim. 1 Aydır Sapanca'ya gelmediğim için, anneannem, teyzem ve kuzenim bizim evdelerdi. Cumartesi sabahı Sapanca çarşısına çıktım. Sapanca'da esnaf olduğumuzdan dolayı çarşı dediğim yer kendi dükkanımızın çevresiydi. Komşularla görüştükten sonra, fötr şapka ve kemik gözlükler ile Sapanca çarşısında dolaşmaya karar verdim. Aman Allah'ım! Sanki Sapanca'ya uzaylı geldi. Bunu ben demiyorum, Sapanca esnafının bakışları söylüyor. Bazıları şaşkın bakışlarla ''Kim lan bu deli?!'' der gibi, kimiside alaycı bir gülümsemeyle bakıyordu. Ama her zamanki çevremin söylediklerini umursamaz tavırlarla tüm gün Sapanca'da öyle gezdim. Sonuçta insanlar en fazla bir kere yadırgadılar, ikinci gördüklerinde alıştılar. Hatta cumartesi akşam İzmit'e gittim. İzmit'te bile o şapka vardı kafamda.
      Pazar sabahı biraz geç kalktım. Bavulumu toparladıktan sonra otobüs saatimi beklemeye başladım. Otobüsüm geldi ve -yeni memleketim- İstanbul'a dönüş yaptım. Sapanca ve İstanbul arasında dağlar kadar fark var. Birisi çok sakin, kendi halinde; diğeri çok fazla hareketli ve vurdumduymaz tavırlarda. Zevk-renk meselesi olduğu için hangisini seçeceğinize karışamam ama benim şahsi görüşüm:
 ''İnsana arada sırada hava değişimi iyi geliyor.''

Dipnot: 1 ay gelmedim, Sapanca'da 3 tanıdığım vefat etmiş. Hepsine Allah'tan rahmet diliyorum.